
Büyük büyük dedem Buffalo Joe bir gün çadırın avlusunda oturuyormuş. Bağdaş kurarak oturan dedemin dizleri kilitlenmiş. Cumadan çıktıktan sonra köyün etrafında bir tur atayım diyen Reis Kartal Gözü, dedemin avluda bağdaş kurmuş bir şekilde yardım istediğini fark etmiş. Avludan Reis’e el sallayan dedem o sırada diğer elinde ufak bir tekila şişesi tutuyormuş. Dedemin yanına gelen Reis, dedeme “Ne yapıyorsun burada cuma vakti elinde tekila şişesiyle bre kafir” deyince dedem kilitlenen dizlerini gösterip durumu anlatmaya çalışmış. Dedem köyün en yaşlılarındanmış. 112 yaşında olan dedemin tek bir rahatsızlığı varmış. O da zaman zaman nedeni bir türlü çözülemeyen bir dilsizlik hastalığıymış. Bunun belirli bir periyodu ya da herhangi bir belirtisi yokmuş. Bazen tehlikeli bir olay başına geldiğinde de 20-25 dakikalık dilsizlik sendromu baş gösteriyormuş. Küçüklüğünden beri böyle olduğu için bebekken yalnız kalmış. Onu bir tek buffaloların anladığını düşünerek onlarla iletişim kurmaya başlamış. Dedem Buffalo Joe ile az çok tanışmış oldunuz. Şimdi dönelim hikayeye. Dedemi dizleri kilitlenince yine dilsizlik tutmuş. Köyün reisi bunu bildiği için durumu hemen anlamış. Zaten dedemi yakından tanıyormuş. Siyasete hiç girmeyen dedem bütün köy tarafından sevilen ve sayılan bir adammış. Reis, dedemi azarlamaya devam ederken bir yandan da ne olduğunu çözmeye çalışıyormuş. Dedemin elindeki tekila şişesini almış ve ağzına götürmüş. O sırada dedem “yapma” dercesine ellerini oynatmış ama Reis dedemin dizlerine bakarak “ne oldu bu adama” diye yarım ağız konuşuyormuş. Tekiladan bir yudum aldıktan sonra dedeme bakmış ve yanına oturmuş. Elini dedemin dizine koymuş ve birlikte bir anda oradan yok olmuşlar. Dedem ile Reis kendilerini Anadolu’nun göbeğinde bulmuşlar. Ama tabii ki onlar oranın Anadolu olduğunu bilmiyorlarmış. Bu fiziksel sıçramanın ardından dedemin dilsizliği Reis’e geçmiş. Artık dedem konuşabiliyor, Reis konuşamıyormuş. Ama Anadolu’da zaten onların dillerinin hiçbir yararı, takdir edersiniz ki, yokmuş. Konuşabiliyor olan dedem “Reis dizlerim kilitlendi, kalkamıyorum. O şişeden içme diye önünde binbir şekle girdim. Al g*tüne sok şimdi şişeyi. Neredeyiz biz am*k” demiş. Konuşamayan reis, dedemin kilitlenen dizlerini kafasından kopardığı bir tüyü ateşe verip bir dua okuyarak çözmüş. Artık hareket edebilir durumdalarmış. Uzun bir yürüyüşün ardından bir çiğ köfteciye denk gelmişler. Dönemin krallığı Komagene, bütün Anadolu’yu çiğ köfteyle kontrol altına almış. Bizimkiler kendi tarzlarında selamlarını verip kafalarında tüyler, bellerinde çakıları girmişler içeri. Mekanda ustanın haricinde iki de müşteri varmış, çaylarını yudumluyorlarmış. Dedem “Kim ulan bu bıyıklılar” diye söylenirken karşılıklı oturan diğer müşteriler dedemle reisi süzüyorlarmış. Usta, esnaf olduğu için dedemlere karşı ılımlıymış. Diğer müşteriler bi laf atmışlar bizimkilere ama bizimkiler anlamıyor ki dillerinden, hiçbir tepki vermemişler. Adamlar da kendi aralarında tribe girmiş, demişler ”Ne ayak ulan bu lavuklar”. Lavuk lafını duyunca dedem kalkmış yerinden. Tabii dizler daha yeni yeni kendine geliyor, Reis arkadan yapma dercesine inliyor, dedem belinden bilenmiş iki tane boynuzu çıkarıyor, ortalık kana bulanıyor. Usta dürümleri sarıp kenara atmaya devam ediyormuş bu sırada. 10 tane dürümü koymuş keseye, vermiş dedemlere. Dedemler de karşılığında ot çıkarıp vermişler. Dedem nasıl kullanılacağını falan göstermiş, ayrılmışlar oradan. Ama tabii bu çiğ köfteciler Amerika’daki Mcdonald’s gibi. O dönem Anadolu’da iki çiğ köfteci arası en fazla 111 km. Hiçliğin ortasında bile çiğköfteci var yani. Ölen iki müşterinin atlarını alıp yola atla devam etmiş bizimkiler. Gece olmuş bir yerde kamp atmışlar, ateş mateş derken Reis’in de dili çözülmüş. Tabii maceraya bir soluk gelince, Reis de dillenince, demiş “Nedir bu şişe?”. Dedem de başlamış anlatmaya:
“Köyden bir süreliğine ayrılmıştım. 20’li yaşlarımdaydım. Çok da güzel bir at yaverlik ediyordu bana. 4 yılda gezebildiğim kadar gezdim. Kendilerine “Aztekler” diyen bir halkla karşılaştım. Dilleri de bizim dilimize benziyordu. Anlaşmayı başarabildik ve bir süre onlarla yaşadım. Orada çok yakın bir dost edindim. Bir gün bu dostumla birlikte Ölüler Günü Festivali‘ne gittik. Onların kültüründe ölen kişi hep güzel anıldığından ölümünü de kutluyorlarmış. Bu kutlamalarda kafataslarını süsleyip içlerine tekila koyup konsept parti gibi eğleniyorlarmış. Fazla kalanları da nikah şekeri gibi dağıtıyorlarmış kutlamaya gelenlere. O gün partide Aztekli dostum beni kenara çekti ve “Bu şişeyi sana özel olarak yaptım. Hayatımda önemli bir yerin var. Kendime de bu şişeden bir adet yaptım. Sen buradan ayrılacaksın, biliyorum. Ancak dostluğumuzun daimi kalması için bu şişeyi kullanacağız. Bu şişeleri kullanarak nerede olursak olalım iletişim kurabileceğiz. Şişeden bir yudum alan, diğeri şişeyle birlikte en son nerede bulunduysa bir anda kendini orada bulur. Bu yüzden içeceğin zaman iyi düşünmelisin.” dedi. Bir süredir iletişim kurma çabalarım karşılıksız kalıyordu. Sen geldiğinde, çadırın avlusunda onunla iletişim kurmaya çalışıyordum. Şimdi nerede olduğumuzu bile bilmiyorum. İşte şişenin hikayesi budur.”